BİLAD-ÜŞ ŞAM
Selam sana en yakın dostumuz Bilad-üş Şam ...
Birkaç arkadaşımla birlikte Suriye’ye vardığımızda, adeta yıllardır kaybettiğimiz bir dostumuzu bulmuş gibiydik. Gerçekten de, bize neredeyse bir asırdır düşman gibi gösterilen, ama aslında bizim bir parçamız olan bu bölgeye tekrar kavuşmuştuk. Bilmediğimiz o topraklarda meğer bizi seven milyonlarca kalp atıyormuş. Hele bu seyahat sırasında, Türkiye’ye olan muhabbetin hiçbir zaman olmadığı kadar artmış olduğunu da farkettik.
Suriye, yaklaşık 4 asır boyunca Osmanlı’nın Bilad-üş Şam (büyük Şam) eyaletiydi. Filistin, Ürdün ve Lübnan da bu eyaletin içindeydi. Gördüğümüz Halep’in, Şam’ın bir Antep’ten, bir Urfa’dan hiç farkı yoktu. Daha önceki tarihinde de yine bizim kültür ve inanç dairemizde idi. İslam’ın ticaret merkezi olan Şam, Eyyubilerin ve Selçukluların da önemli bir şehriydi. Suriye’de gezdiğimiz süre içinde hem bu tarihi farkederek yaşadık, hem de bugün çok ileri seviyeye gelmiş bulunan Türkiye dostluğunu buram buram hissettik. Halep’te her yerde, Şam’da ise bazı bölgelerde Türkçe ile anlaşabildiğimiz halde, yine de Arapça bilmemenin ızdırabını yaşadık. Yabancı dili, eğitimin zorunlu derslerinden biri olarak gördüğü halde orta öğretiminde hala hiç kimseye yabancı dil öğretememe garabetinde olan Türkiye’de, insanların Arapça öğrenmeye yönlendirilmemesi de bana bir o kadar garip geldi bu yüzden. Oysa, bölgenizde ve dünyada etkin bir ülke olmak istiyorsanız, bir batıdan, bir de doğudan birer lisanı mutlaka iyi seviyede öğretmelisiniz gençlerinize.
Halep, dünyanın fethedilmesi en zor kalesi ve tamamen bir Türk şehri görünümüyle başlı başına bir yazı konusu. Halep sanayisiyle önde, fakat, özellikle başkent Şam yaklaşık 6000 yıl boyunca dünyanın en eski ticaret merkezi olarak biliniyor. Hz. Peygamber (A.V.) dahi, peygamberliğinden önce ticaret için Şam’a gelmişti. Yıllarca dışa büyük oranda kapalı düşündüğümüz Şam, bizi yanıltıyor: Bugün dahi ticari yapısı çok canlı ve aktif durumda, tarihi misyonundan bir şey kaybetmemiş görünüyor. Suriye’yi gezerken global krizi hiç mi hiç hissetmedik. Kriz oraya uğrak vermemiş sanki.
Türkiye’yle ekonomik ilişkilerin de çok iyi seviyelere doğru yükselmekte olduğunu gözlemliyoruz. Bunu, özellikle devlet ve işadamları da destekliyor gördüğümüz kadarıyla. Bütün bu arzuya rağmen, henüz istenilen seviyeye de gelebilmiş değil iki ülke arası ticaret. Halen iki taraflı bir çekingenlik olduğunu hissediyoruz. Fakat, gezimiz sırasında Şam’ın pek de kolay bir şehir olmadığını fark ediyoruz. Adeta bir uçurum var varlıklı kesim ile halkın arasında. Bir tarafta evler ve arsaların satışları milyon dolarlarla konuşulurken, diğer yanda nereye giderseniz gidin ancak 3-4 dolar tutan taksi ücretleri. İşçi ücretleri ise, ancak 150-200 dolar civarında . Halep’te olduğu gibi Şam’da da oldukça fakir mahallelerle beraber çok lüks villaların ve arabaların olduğu semtleri de görüyoruz. Bu kadar uçurum, aslında pek de sağlıklı bir toplum işareti değil bence.
Bütün dinlerin rahatlıkla ve aktif olarak yaşandığı bir ülke burası. Akşam otobüsle, Maloulu’da kaldığımız otele giderken, gökyüzünde ışıl ışıl bir haç görünce şaşırmış, “ne oluyoruz” diye sorarak irkilmiştik kendi kendimize. Sabahleyin ise, yüksek tepelerin arasında bir kasabaya geldiğimizi ve burasının Hz. İsa’nın dili Aramicenin konuşulduğu dünyadaki tek yöre olduğunu öğrenmiştik. Meğerse, tepelerin üzerine ışıklı haçlar yerleştirmişler, gece onlar böyle etkileyici bir görünüm oluşturuyorlarmış. Burada olduğu gibi, bugün de, Suriye’de her inançtan insan rahatlıkla birlikte yaşıyor, kendini ifade edebiliyor. Böylece birlikte yaşayış, Ortadoğunun bir gerçeği. Bu gerçeği kim inkar ederse bu bölgede tutunamaz, İsrail’de dahil. Yaklaşık 130 bin öğrencisi olan Şam Üniversitesinde kızlar başörtülü, başı açık o kadar serbestler ki, bu durum hiç kimse için dert değil, kimsenin umurunda da değil. Kimse laikliğin elden gittiği endişesini taşımıyor burada. Böylece, Türkiye’den daha medeni bir görünüm arzediyorlar.
Şam’a gidince, büyük mutasavvıf şeyh-ül ekber Muhyiddin el Arabi hazretlerini ziyaret ediyoruz. Türbesi adeta bir çiçek bahçesi. Başka hiçbir türbe veya mezarda görmediğim ferahlatıcı bir durum bu. Şarkın yüce sultanı Selahattin Eyyubi’ye Emeviyye Camii yanındaki türbesinde dualar ediyoruz. Bu yüce insanın bütün bu bölgeye, özellikle Kudüs’e yaptığı muhteşem eserleri aklımıza ve gözümüzün önüne getiriyoruz. Dualarımızda minnetlerimizi ifade ediyoruz. “Biz O’ndan razıyız, Allah’ta razı olsun” diyoruz. Daha sonra, İslam’ın ilk çilekeş sahabelerinden müezzinlerin piri, peygamber aşığı Bilal-i Habeşi Şam’ın asırlardır konuğu olarak bizi kabrinde karşılıyor. Okuduğu ilk ezanları duymaya çalışıyoruz ötelerden. Şam’ın kenar bir semtinde bulunan Hz. Peygamber’in torunu, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in kardeşleri olan Hz Zeynep’in makamında ise, maalesef bir çok bidat ve hurafeyle karşılaşıyor ve üzülüyoruz. Keşke, İslam toplumları daha aydın ve şuur sahibi olabilse diye de içimizden geçiriyoruz.
Bu kadar yüce zatları ziyaretten sonra; Şam’da garip kalmış bir başka sultanı daha ziyarete gidiyoruz. Sinan’ın yapısı Süleymaniye camii ve külliyesi içinde yakınları ile birlikte yatan Osmanlı’nın son hakanı Sultan Vahdettin’i. Son derece mahzun olması bize çok dokunuyor, ağlıyoruz. Bu gözyaşları belki de içimizdeki, Osmanlı’nın emanetlerine yeterince sahip çıkamamanın ızdırabını yansıtıyor dışımıza.
Hamidiye Çarşısı, Selimiye külliyesi, Emeviyye Camii, Hicaz Demiryolu İstasyonu ve Şam’a mührünü vurmuş bahsetiğim yüce şahsiyetlerden sonra modern Şam içinde geziyoruz. İnsanlarla görüşüyoruz, hemen hepsi neşeli ve rahat insanlar. Fakat Suriye’de Arap aleminin ikiye bölündüğünü görüyoruz. İsrail’in bunu bilerek hareket ettiği intibaına kapılıyoruz. Suriye ve Katar bir grubun, Mısır ve S.Arabistan bir başka grubun başını çekiyor. Gezimiz Gazze’nin bombalandığı günlere denk geldiği için, bütün ülkelerden yayınlanan Arap televizyonlarının tek konusu Gazze olayları idi. Her yerde müthiş bir propaganda ve yardım daveti mevcuttu Gazze konusunda. TV ekranlarından oradaki insan görüntüleri hiç inmiyor. Bu yayınların ABD ve İsrail karşısında sinmiş işbirlikçi Arap devlet başkanlarını halkları karşısında ne denli zorda bırakacağını düşünüyoruz.
Osmanlı harbiyesinden yetişmiş bulunan ve Fransızlara karşı 1916’larda ilk direnişi yaparken şehit olan Yusuf el Azım’ın heykelinin önünden geçerken devlet başkanı Beşşar Esad’ın ve babasının fotoğraflarını görüyoruz. Bölgede Türkiye’ye karşı oldukça yüksek bir sempati var. Hatta, bir yemekte Suriyeli bir dostumuz Lübnan’dan telefon açan bir arkadaşına Türklerle yemekte olduğunu söylediğinde, karşıdakinin cevabı “ Onların ellerinden ayaklarından benim için öpün, Gazze konusunda duruşları harika” oluyor. Bazı önemli yetkililerin “aramızdaki sınırların hiç önemi yok, gerekirse bir gün kaldırırız” deyişi bizi heyecanlandırıyor. Bindiğimiz taksilerde taksi şoförlerinin bu yüzden iltifatlarına mazhar oluyor ve ülkemizle gurur duyuyoruz.
Şam şehrinin en önemli sembollerinden biri olan, üzerinden bütün Şam’ın kuşbakışı seyredilebildiği Kasyun Dağı (Cebel-i Kasyun) tarihin en eski cinayetine şahit olmuş bir dağdır. Habil’in kardeşi Kabil tarafından bu dağın üzerinde öldürüldüğü rivayet edilen tepeye bir de anıt yapılmış. Kasyun’un üzerinde yemekten sonra humus, kebap ve Şam tatlısı yerken bir yandan da Şam’a bakıyor ve 6000 yıllık tarihte yaşananları düşünüyoruz. Asırlarca çok büyük mücadelelerin yaşandığı bu bölgeyle bütünleşiyoruz adeta. Ve bu yüzden ayrılmak oldukça zor geliyor Şam’dan ve orada edindiğimiz güzel dostlardan. Üzerinden uçakla geçerken sesleniyoruz: “Selam sana en yakın dostumuz Bilad-üş Şam.”
justify justify no-repeat;left top;; auto