HÜZÜNLÜ BİR ÜLKENİN HİKAYESİ

  1. Anasayfa
  2. Gezi Yazıları
  3. HÜZÜNLÜ BİR ÜLKENİN HİKAYESİ

HÜZÜNLÜ BİR ÜLKENİN HİKAYESİ

Ahhh Endülüs…..

Bir medeniyetin bir ülkede doğuş, yükseliş, düşüş ve yok oluşu her safhasıyla bir laboratuar gibi adeta önümüzde duruyor. Hayranlık, gurur, acı, hüzün ve ümit, bir gezi de ancak bu kadar bir araya gelir.

Bugünkü İspanya’nın büyük kısmında kurulmuş, yaşamış ve yıkılmış bir İslam devletinin hüküm sürdüğü topraklarda gezdik ve gözlem yaptık, bazen büyük mutluluklar içinde, bazen de ağlamaklı. Bu ülkenin hikâyesi, büyük İslam komutanı Tarık Bin Ziyad’ın oraya ayak basmasıyla başlıyor. Hani o efsanevî “gemileri yakan komutan”.Öyle ki, 7000 kişilik ordusuyla İber yarımadasına adım attıktan sonra geri dönüş ihtimalini yok etmek, hedefe kilitlenmek için gemileri yakmış ve askerlerine “Arkanızda deniz, önünüzde düşman. Başarmak için düşmanla savaşmaktan başka yolumuz yok” der. Karşılarına çıkan 90 000 kişilik düşman askerini perişan eder. Kral Rodric’in başkenti Toledo’yu aldığında (miladî 716) kendisine kralın sarayında kalması teklif edilince “Ben dünkü köleyim. Orada kalırsam, nefsimle mücadelemi kaybeder, kendimi kral sanırım. Ve böylece şaşırır, yoldan saparım.” diyerek müthiş bir tevâzuyla ahıra yönelir ve orada yatar. Tarihi değiştiren büyük komutan ve liderlerden biridir. Bugün hâlâ Akdeniz’i Atlas Okyanusuna bağlayan boğaz onun adıyla anılıyor: Cebelitarık Boğazı (Cibraltar).

Kurulan Emirlik, 764’te Kurtuba merkezli Endülüs Devletine dönüşüyor. Son İslam Devleti Benî Ahmer’in yıkıldığı 1492’ye kadar farklı devletçikler halinde yaşıyor. Aslında Endülüs bir devlet değil, bir medeniyettir. İlimde, sanatta, dinde, sosyal hayatta zamanın zirvesi 7 asırlık bir medeniyet. Batılı devletlerin hayranlıkları ortada. Reform ve Rönesans hareketlerinin Endülüs’ün tesiriyle olduğunu onlar kendileri söylüyorlar. Malaga, Toledo, Sevilla, Rondo, Kurtuba ve Gırnata (Granada) Endülüs’ün meşhur şehirleri. Şehircilikte, ilimde, eğitimde ve sanatta bu gün bile hayranlık uyandıran gelişmeler bu şehirlerde yaşanmış. Avrupa şehirlerinde toplam yazma eser sayısı 3-4000 civarında iken, sırf Kurtuba’daki kütüphanelerde 600 bin eser bulunduğu söyleniyor. Sonradan, Kurtuba kaybedilince şehrin meydanında bütün bu eserler yakılmış. Pierre Curi, 1903’te Nobel ödülü alırken “Endülüs’ten bize sadece 30 kitap kalmış, bu sayede ilimde bu kadar ileriyiz. Eğer diğer kitaplar yakılmamış olsaydı, şu an belki de galaksiler arası seyahat yapıyor olacaktık.” demiştir.

Endülüs’te İslam medeniyetine dair binlerce camii, hamam, medrese ve diğer eserlerden maalesef şu an çok azı ayakta. Kalanlar bile göz kamaştırıyor. Kurtuba Ulu Camii ve Gırnata’ da ki El Hamra Sarayı bunlardan ikisi. Kurtuba Ulu Camii, kalan diğer çok az eser gibi asliyetine uygun kullanılmıyor. Bir bölümüne katedral yerleştirilmiş. Renk ve estetik açısından görenleri tesiri altına alıyor. Çöldeki kum renginin hâkim olduğu yapı içinde palmiyeyi andıran sütunlar ve at nalı kemerler üzerine adeta güneş ışınları kırmızı çizgiler halinde harika bir şekilde yerleştirilmiş. Toplam 1008 sütunun olduğu söyleniyor. Medresesi ise Avrupa’nın ilk üniversitesi kabul ediliyor.

El Hamra ise, sanat ve estetiğin zirveye çıktığı bir şaheser. Dış görünüşündeki tevazuya aldanarak içine girenleri, içerdeki ihtişam adeta büyülüyor. İçine giren çıkmak istemiyor, belli bir hattan geçerek dışarı çıktığınızda ise, doyamadığınızı hissediyor ve pişman olup geri dönmek istiyorsunuz. Son Endülüs Devleti olan Benî Ahmer Devletinin kurucusu ve sarayın yaptırıcısı Muhammed El Ahmer, bir savaştan zaferle döndüğünde, ahali kendisini “El Galip” diyerek karşılaması üzerine o “hâşâ” diyor ve bir ayet okuyor “Velâ galibe illallah”(Galip olan sadece Allah’tır). Bundan dolayı sarayın içinde duvar işlemeleri arasına en az on bin defa bu ayeti yazdırıyor. İşte bu yaklaşım, yüksek seviyeli bir devlet ve medeniyet kuran anlayıştır, nefsanî gururun, kibirlenmenin, büyüklük taslanmanın olmadığı bir ortam. Böyle bir anlayışla medeniyetler yükselirken, aynı ülkede son Endülüs sultanlarının bu anlayıştan yoksun hale gelmeleri, yani bu mânâyı, ruhu kaybetmesi sonucu birbirleri aralarında taht kavgaları başlayınca bu muhteşem medeniyetin acı içinde yok oluşunu insanlık tarihi gözlemlemiştir. Taht derdiyle didişen insanlar Endülüs’ün bir tek müslüman kalmayacak şekilde yok oluşuna sebep olmuşlardır. 1492’de son sultan Gırnata’yı terk ederken annesi bir tepe üstünde gözyaşlarıyla geri dönüp bakan sultana : Alçak, karılar gibi ağlayacağına erkekler gibi dövüşüp ölseydin ya!” deyişi meşhurdur. O tepeye halen “Arap’ın ahh ettiği tepe” denmektedir. O tarihten itibaren Endülüs, artık müslümanlar için acı ve ıstırabın merkezi haline dönüşmüştür. Ya öldürülmüşler, ya dağlara kaçıp yıllarca orada mücadele etmek zorunda kalmışlar, ya da işkence ve zulümler altında zorla hristiyan yapılmışlardır. Din değiştirerek kendilerini gizleyenler için, artık Arapça konuşmak, abdest almak, namaz kılmak yasaklanmış, bir iki nesil sonra ise artık kimlikler de unutulmak zorunda kalınmıştır.

Bu gerçek hikâyeyi dinlerken hüzünle gözlerimiz yaşarıyor ve almamız gereken dersleri almaya çalışıyoruz. İç çekişmelerin mükemmel bir medeniyeti nasıl zayıflatıp çökertebildiğini yaşayarak öğreniyoruz. “Su uyur, düşman uyumaz” sözü ne kadar da doğru. Siz güçlü iseniz, düşman size bir şey yapamaz, ama bünyeniz dünyalık çıkar çatışmalarıyla, kavgalarla zayıflarsa vay halinize. Kuruluş yıllarında müthiş bir iman ve azimle kendisinden kat kat fazlası bir düşmanı perişan eden bir ordu ve büyüklenmenin olmadığı, sadece Allah’ın büyük olduğuna inanan bir anlayıştan bu zelil duruma düşüş… Bütün milletlerin eriyip yok olması böyle olmaktadır. O noktada biz de bir “Ahh” çekiyoruz, “ne olurdu bu aptallıklar olmasaydı da, bu muhteşem medeniyet bugün de yine dünyayı aydınlatmaya devam etseydi”. El Hamra’nın duvarında asılı olduğu söylenen ama bizim göremediğimiz şu dört madde ise devletin dayanması gereken esasları özetliyor: “1-Âlimlerin ilmi, 2- Yöneticilerin adaleti, 3- Askerin yiğitliği, 4-Halkın duası.” Bugün de aynı maddeler geçerli değil mi?

Böyle üzüntülü haller içindeyken; Cuma namazı için gittiğimiz ve 20 yıl önce yaptırılmış olan Abdulkadir Es Sufî Camiinde gördüklerimiz ve duyduklarımız bize yeni bir ümit aşılıyor. Her Cuma namazında yeni Müslüman olan İspanyolları duymak bizi heyecanlandırıyor. Bunlardan biri olan ve siyasetçi iken suikaste kurban giden Blant İnfanta’nın deyişiyle “Biz Müslüman olmuyoruz, aslımıza geri dönüyoruz” diyen binlerce Müslüman. Endülüs’ün küllerinden çıkan bu kıvılcımlar bizi ümitlendiriyor. Şu an sadece Gırnata’da bu şekilde 18 000 müslüman olduğu söyleniyor. Büyük sosyal bilimci, Fransız Müslüman Roger Garaudy, Gırnata da bir Endülüs evi satın alıp restore ettirmiş ve duvarına şu muhteşem sözünü astırmış “Gençlik bir ruha sahip olmaktır. Geçmişi bil ve ders çıkar, fakat fazla uğraşıp durma. Önemli olan, daha farklı olacak olan geleceğe hazırlanmak ve orada iyi bir rol alabilmektir.”

Bu sözün etkisi altında Endülüs’ten ayrılıyoruz. Ayrılırken karışık duygular içindeyiz: Hüzün, ıztırap, acı, endişe, gurur, övünme, heyecan ve ümit hepsi bir arada… İşte Endülüs! Bütün bu duyguları yaşamak ve o muhteşem eserleri gözlemlemek için oraları gezmeyi ve görmeyi herkese tavsiye ediyorum.

justify justify no-repeat;left top;; auto