ŞEN KALASIN HALEP ŞEHRİ
Birkaç defa gittim Halep’e. Ama, her gittiğimde sanki Türkiye’de bulunuyormuşum hissi hakim olmaktadır bana. Fark sadece çevredeki Arapça yazılardan ibaret. Öylesine güzel, öylesine bizden ve candan bir şehirdir ki, bir anda diğer Anadolu şehirleri gibi sizi sarar, sarmalar, en yakın bir dost gibi kendine çeker adeta. Sanayi ve ticaret şehri olmasının yanı sıra kendine has kültürel değerleri olan çok eski tarihe sahip ve Osmanlı’nın en önemli şehirlerinden biri burası.
Eski tarihçilerin “Doğunun Kraliçesi” tabiri verdikleri tahminî 5000 yıllık tarihe sahip bu güzel şehir, aynı zamanda Osmanlı şehirciliğinin klasik örneklerinden de biri. Halep’te bir yanda, ortadoğunun Kudüs, Halep, Urfa gibi pek çok şehrinde gördüğümüz dar, kemerli sokakları, konakları ve yer altı tünelleriyle eski şehir, diğer tarafta ise villa tipi evleriyle yeni ve modern Halep. Bu iki farklı bölge, yer yer birinin bittiği yerde, diğeri başlayarak birbirini tamamlıyor, adeta eski ile yeni iç içe girmiş görünüyor. Halep’te eskiyle yeni bizdeki gibi birbirlerine zıtlık oluşturmuyor, aksine uyum gösteriyor. Mesela, eski mahallelerdeki binaların yapılmış olduğu Kayşanî cinsi Halep taşıyla yeni binaların da yüzeyleri kaplanmış. Yani eski binalar ile yeniler arasında mükemmel bir münasebet söz konusu. Geniş yolları ve 4-5 katı geçmeyen binalarıyla, çoğu yerde gördüğümüz mimarî dejenerasyon burada hemen hiç görülmüyor. Bu yüzden Halep’in mimarî kimliğiyle kendini öne çıkarttığını farkediyorsunuz.
Halep Kalesi, hemen hemen eski şehrin ortalarına tekabül ediyor. Başka hiçbir şehirde görmediğimiz tarzda düz ovada küçük bir tepecik üzerine kurulmuş görkemli bir kale burası. Çevresindeki hendekler zamanında su ile doluymuş. Kalenin tarihi beş bin yıldan eskiye dayanıyor, ama Nureddin Zengi yeniden inşa etmiş, daha sonra da talebesi Selahattin Eyyubî tarafından geliştirilmiş. Kudüs fatihi Selahattin Eyyubî oradan Halep’e kadar bölgeye mührünü vurmuş bir yüce komutan ve devlet adamı. Kalenin içinde gerektiğinde binlerce insanın yaşayabileceği küçük bir şehir de var adeta, evleri, camisi, hamamları, hatta zindanlarıyla. Kalenin çevresine yerleşmiş olan eski Halep’in bir çok yerinde evlerin altından Halep Kalesine tüneller yapılmış, bunların çoğu zamanla kapanmış, şimdi ise bugüne kalan çok az bir kısmı korunuyor. Bugünlerde bir Türk şirketinin kale çevresini tekrar eski haline dönüştürme çalışması yaptığı söyleniyor, zannederim su da doldurulacakmış. Kalenin güney tarafında bulunan 16.asır yapısı Osmanlı Uzun Çarşısı ise, bölgenin en uzun kapalı çarşısı ve tam uzunluğunun on kilometrenin üzerinde olduğu söyleniyor.
Türkiye yakın zamanda Halep’e çok değerli ve ufuk sahibi bir başkonsolos tayin etmiş. Adnan Keçeci Bey, şehre birkaç ay önce geldiği halde yöre insanını çok iyi tanıyor. Ciddî iş adamlarını Suriye’ye davet ediyor, ama endişesi de yok değil. “Türkiye’den tüccarlar genellikle buraya adeta bu bölgenin insanına ticaret öğretecek tarzda geliyorlar ve boylarının ölçüsünü alıyorlar. Çünkü bizim tam manasıyla 40-50 seneden beri yaptığımız ticarete buranın insanı binlerce yıldır vâkıf. Buraya ciddî ve tutarlı projelerle gelinmeli, yoksa hayâl kırıklıkları yaşanabilir” diyor. Bu değerli başkonsolosumuzun şu görüşüne de bütün ruhumla katılıyorum: “Türkiye’de misafirperverlik gerçekten çok güzel. Hele hele güneydoğuda, özellikle Urfa yöresinde çok daha ileri. Ama inanın ki, Halep yöresindeki misafirperverlik, bizim en ileri olan bölgemizdekini ikiye hatta üçe katlayacak seviyede.”
Gerçekten de, biz bunu o kadar iyi müşahade ettik ki; bu kadarına da pes diyor insan. Arap iş adamları olan değerli dostlarımız, Beşir Yazıcı ve Samer Akkad Beyler adeta bizim ayaklarımızı yerden kestiler, sadece bir defa da değil her gittiğimizde eller üstünde tuttular bizi. İnanın ki, bu tavır sadece bize karşı da değil, ciddî ve dürüst gördükleri bütün iş adamlarına karşı uygulanıyor. Kimle görüşseniz sizi yemeğe götürmek çabası içine giriyor. Ha, mimarî kültürden bahsettim de, Halep deyince yemek kültüründen bahsetmeden geçmem mümkün değil, haksızlık da olur aynı zamanda. Ben bu kadar lezzetli yemek ve çeşni zenginliğini ve çeşitliliğini şimdiye kadar hiçbir sofrada görmedim. Aynı zamanda hiçbir yurtdışı seyahatimde bu kadar rahat ve güven içinde yemek yediğimi hatırlamıyorum. Bu kadar çok sayıda güzel lokanta İstanbul’da var mıdır onu da bilmiyorum. Ama özellikle “Arap Evi” denilen konaklarda yediğim yemeklerin tadı halen damağımda. Bu evler, geniş Arap ailelerinin ikamet ettiği ortasında avlu olan ve çevresi aile büyüklerine ve kardeşlerin ailelerine ayrılmış bölümlerden oluşmuş iki katlı harika otantik evler. Ortam Halep’in bu mükemmel tatlar ihtiva eden yemekleriyle de birleşince bir muhteşem medeniyetin ortasında hissediyorsunuz kendinizi.
Ama oradaki dostlarla anlaşamadığımız tek şey yemek saatleriydi. Özellikle akşam yemeğinin ne zaman yenildiğini tahmin edebilir misiniz bilmem. İnanmayacaksınız ama saat 22.00 ile gece 02.00 arasında. Yemekler nargile tüttürülerek yaklaşık 2-3 saatte yeniyor. Bizler, önce gafil aldandık ve “ hafif hafif” denilerek yedirdikleri yemeklerin sonunda mide fesadına uğradık. Ama daha sonra restimizi çekerek akşam(!) yemeklerini iptal ettik de kurtulduk. Değerli dostlar, yemek bahsini burada kapatmalıyım, yoksa iştihanızı kabartıp sırf yemek için Halep’e gitmeye kalkışırsınız. O çeşit çeşit humuslar, salatalar, tatlılar, kebaplar için inşallah bir gün hep birlikte gideriz “Kardeş Halep”e.
Türklere karşı olan muhabbet o kadar fazla ki, her karşılaştığız Halep’li size güzel bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyor. Hatta birisi Türk olduğumuzu öğrenince “Polat Alemdar”a selam bile söyledi. Fakat bu kardeşlik havası bizde hem sevinç hem de ürküntü oluşturdu. İnşallah, bu güzel duyguları boşa çıkarıp tersine döndürmeyiz de, kardeşçe yaklaşım sürekli olur. Halep bölgesinin İşçi Sendikaları Birliği Başkanı Hüseyin El Ali Bey Türkleri çok seviyor ve kendisini “Antepli Döne’nin oğlu” olarak takdim ediyor hoş Türkçesiyle. Sahip olduğu araziden Türkiye’den gelen bir akarsuyun geçtiğini söylüyor ve ekliyor: “Arazi babamdan, su dayımdan, karpuz ise bana kalıyor. Babam da dayım da sağolsunlar.”
Burada Türkiye vatandaşı olmak çok moda. Sülalesinde bir Türk olduğunu ispat etmiş olan nice işadamı ya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş veya olma gayreti içerisinde. Hatta bazıları bizden de bu konuda yardım istedi. Burada, Ermenilerin hemen hepsi Türkçe konuşuyor ve Türkiye’ye karşı sevgi besliyorlar veya biz öyle sandık. Halep’te adeta Osmanlı anlayışını gördük ve hissettik. Arap, Türkmen, Ermeni ve Kürtler gayet iç içeler ve ayrım için “bizim derdimiz değil bu” diyorlar. Kilise ve camiiler yan yana ve hiçbir sıkıntı yaşanmıyor. En azından böyle görünüyorlar. Bu sebeplerle Osmanlı’ya karşı bir hayranlık olduğunu da gözlemledik. Yıllarca, onlara Osmanlı’yı kötüleyen ve bizi birbirimize düşman gösteren batılılar, Suriye’nin Akdenize açılan en önemli kapısı olan Lazkiye limanını Ortadoğu ticaretinin giriş yeri olarak kullanmışlar.
Halep’te geçirdiğimiz son günün akşamında dostlarla birlikte, aynı zamanda Nakşî, Rıfaî ve Kadirî şeyhi olan Mustafa Şamî’nin misafiri olduk, elini öptük. Bölgede çok sevildiğini öğrendiğimiz şeyh, Hz. Hüseyin’in soyundan, yani ehl-i beytten. Çoğu insanın Osmanlıyı işgalci gördüğü zamanlarda, Osmanlı’nın İslam için fetihler yaptığını vaazlarında adeta haykırmış bir nuranî kişi. Sohbet anında o da bir âlim olan oğlu, Hz. Ali’ye ait olduğunu söylediği şu muhteşem sözleri söylüyor:
“Pırlanta insanlarda, taşta değil, Nur kalptedir, gözde değil, Şeref edeptedir, soyda değil, Kanaat nefistedir, malda değil.”
Mükemmel ve doyumsuz sohbetin ardından şeyh tarafından “sakal-ı şerif”in çıkarılmasıyla kendimizden geçtik. Hepimize şeyhin kitaplarının hediye edilmesiyle son bulan bu maneviyatı yüksek zaman dilimi gönüllerimize “unutulmaz bir gece” olarak yerleşti.
justify justify no-repeat;left top;; auto