MAHZUN KUDÜS
"Ayak bastığım anda, uzun zamandır görme gayesiyle yanıp tutuştuğum topraklara..."
Ayak bastığım anda, uzun zamandır görme gayesiyle yanıp tutuştuğum topraklara kavuşmanın sevincini mi yaşasam, yoksa gördüklerim karşısındaki hüznü mü bilemedim. Karışık duygularla dolu bir seyahat oldu benim için. Bu duyguları anlatabilmek o kadar zor ki…
Daha İstanbul’da havaalanında başlıyor sorgulama. Tam bir “güvenlik paranoyası” hakim İsrail’e. Kendini her noktada hissettirmek isteyen bir devlet anlayışı. Ama, bu aynı zamanda, korku içindeki bir psikolojiyi de yansıtıyor.
Bütün bu olumsuzluklar içinde bile, kutsal bir şehre girmenin etkisini yaşıyorum. Kudüs, bizim Kudüs, mahzun Kudüs… Hayatımda böyle tarihle dolu dolu yaşanan bir başka şehir görmedim. Bütün dinler için kutsal, hemen hemen bütün peygamberlerin geçtiği, insanlık için büyük bir öneme sahip bir bölge. Eski Kudüs surları içerisinde, 4500 yıllık tarih boyunca yaşanmış her döneme şahit oluyorsunuz. Aynı zamanda, Akdeniz ile çöl iklimleri arasında serin bir karasal iklim yaşıyorsunuz.
Hz. Ömer Kudüs’ü kan dökmeden fethettiğinde, ilk uğradığı (Hz İsa’nın çarmıha gerildiğine ve mezarının bulunduğuna hristiyanların inandığı) Kıyam Kilisesinde patrik Seferyanus’un teklifine rağmen namaz kılmamış, “ben kılarsam adet olur, siz rahatsız olursunuz” diyerek. Kanuni Sultan Süleyman’da aynı düşüncelerle yenilediği Kudüs surlarındaki kapının üzerine diğer din mensuplarını rahatsız etmemek için “La ilahe illallah, İbrahim Halilullah” yazdırmıştır, üç dinin üzerinde birleştiği kişi Hz. İbrahim olduğundan dolayı.
Oysa, Yahudilerin Kudüs’teki Mescid_i Aksa’yı tacizlerinin ötesinde , bizler oteldeyken bile onların inançlarından dolayı bir baskı hissettik. Allah’ın dünyayı 6 günde yaratıp, 7. gün olan cumartesi dinlendiğine inanıyorlar. Bu yüzden Şabat dedikleri cumartesi günü sıcak bir çay içememenin sıkıntısını yaşattılar bize, o gün asansörlerin bir kısmı oldukça yavaş hareket etti. Yahudiler çalışmazlar, arabaya binmezler, aktivitelerini kısıtlarlar, sadece dua günleridir o gün. Ama, bunu bize de böylece hissettirdiler.
4 günlük gezimizde tarihi o kadar dolu yaşadık ki, bir ara her şeyi birbirine karıştırmaya başladık. Hz. İbrahim’den itibaren insanlık tarihi, Hz. Davud ve Süleyman’dan bu yana İsrailoğulları, Hz. İsa ve havarileri, Katoliklerle Ortodoksların birbirlerinden farklı inanışları ve neticede de Hz. Muhammed (SAV) ve Miraç… Bu mihenk noktalarında, özü burada cereyan etmiş olan insanlık mücadelesini adeta her an yaşadık.
Yahudiler, Ağlama Duvarı’nda kippaları ve ilginç kıyafetleriyle M.S. 70’de ikinci defa Romalılar tarafından yıkılan Süleyman Mabedi’nin (aslı Mescid-i Aksa) yasını tutuyorlar, onun yeniden yapılacağı günlerin özlemi içinde. Nasıl bir bakış açısıysa, bütün yaptıklarına rağmen, Kudüs’ün adına Jerusalem (Barış şehri) diyebiliyorlar; hatta, kendilerini kaos içindeki dünyada barışın temsilcisi görebiliyorlar.
Kıyam Kilisesinde, hizmeti kimin yapacağı konusunda Katoliklerle Ortodokslar daima kavga içinde olmuşlar. Osmanlı 1700’lerde bu kavgayı sona erdirmiş ve Ortodokslara kilisenin içini, Katoliklere ise, dışını temizleme görevi vermiş. Ama, bu sefer de kapıyı kim açıp kapatacak meselesi gelmiş gündeme. Osmanlı buna da çözüm bulmuş: bir müslüman! Halen bir müslüman kilisenin kapısını açıp kapatıyor.
Kudüs’ün en harika tepesinde Mescid-i Aksa haremi yer alıyor. 140 dönümlük bu araziye gayr-ı Müslim giremiyor. Sizi önce İsrail askerleri sorguluyor, müslüman olup olmadığınızı kimlik kartlarınızı göstererek ispat etmek , sonra da Filistinlilere karşı en azından şahadet kelimesini söylemek zorundasınız. Ve sonunda, karşınızda Kubbet-üs Sahra ve Mescid-i Aksa Camiileri… İki ayrı yapı da Emeviler devrinin muhteşem mimarisini yansıtıyor. Bu kutsi mescitlere müthiş bir halet-i ruhiye içine giriyorsunuz. Hele üstünde Miraç hadisesinin gerçekleştiği düşünülen Kubbet-üs Sahranın içindeki Muallak Taşının altında namaz kılarken ki duygularımı anlatmam imkansız.
Eski Kudüs’ü gezerken, atalarımız Selahattin Eyyubi’ye, Yavuz Sultan Selim’e, Kanuni’ye ve Abdulhamid Han’a bol bol dualar ettik. Mekanları cennet, makamları yüksek olsun. Orada her bölgeye mühürlerini yaptıkları eserlerle vurmuşlar. Hemen her yerde bir papaza rastladık, çoğu yerde bir Filistinli Arap görebildik. Ama, askerleri saymazsak, fanatik Yahudilere her bölgede rastlayamıyorsunuz. Eski Kudüs dışında, Zeytindağında bulunan Arap bölgesinde gördüğüm bir bina beni çok etkiledi. İsrail bayrağı asılı bu binayı, öğrendiğimize göre, bir Yahudi bir Araptan yüksek fiyatla satın almış ve adeta bir kaleyi ele geçirmiş gibi korumaya almışlar. Satan Arap ise, diğer Filistinliler tarafından adeta vatan satmış bir insan muamelesi görerek infaz edilmiş!
Asıl Filistin gerçeğini ise, Beytüllahim’e veya Halil şehrine gidince müşahede ettik. İnsanlık şerefini ayaklar altına alan uçsuz bucaksız duvarlarla çevrili Arap bölgeleri. Tarihte bu denli utanç verici bir dram görülmüş müdür bilmiyorum. Araplar için açık bir hapishane tam manasıyla. Duvarları geçmek için, güvenlik geçişlerinde yine sorgulandık. Bana, İsrail kendi sonunu bu duvarlarla hazırlıyor gibi geldi. Tarih boyunca yaşanmış tecrübe, “bir ülke küfürle ayakta kalır belki ama, zulümle asla”.
Gerek Kudüs, gerekse Yafa şehri her noktasında “ ben Osmanlı’yım” diyor. “Beni gerçek barış şehri yapacak Osmanlı anlayışıdır” diye insanlığa haykırıyor adeta. Filistinli çocuklar, Türk olduğumuzu duyunca “I love you” diye peşimize düşüyorlar, hepsini sarılıp teker teker kucaklamak geliyor içimden. Bunun üzerine, ellerine bir kağıt tutuşturuyorum, üzerinde “Ben Türkleri çok seviyorum” yazan. Onların seslerini duymak ve duyurmak gerekiyor. Birkaç milletvekilinin gidişi bile Mescid-i Aksa altındaki kazı çalışmalarını durdurmaya yetmiş. O halde, Filistinli kardeşlerimize sahip çıkmak, dinimizce 3. kutsal mekan olan bu bölgeye ilgimizi arttırmak, en azından sık sık gitmek zorundayız, İsrail bundan rahatsız olsa da.
justify justify no-repeat;left top;; auto