Ye, İç, Dua Et
Batılı meşhur kadın oyuncu Julia Roberts’ın “Ye, İç, Dua Et” isimli bir filminden çok etkilenmiş ve aynı zamanda çok da üzülmüştüm. Orada maddî doyumun zirvesinde olduğu halde mutlu olamayan ve bu yüzden ruhunu tatmin ederek huzur arayışında olan varlıklı bir kadının hikâyesi anlatılmaktaydı. Avrupa’da aradığını bulamayan kadın, Uzak Doğu’da bir Budist rahibe ulaşıp onun öğretileriyle bu arayışını sonlandırma çabası içine girmekteydi. Etkileyici bir film olmakla birlikte beni üzmüştü. “Niçin Türkiye ve İslam Coğrafyasını by-pass ederek Uzak Doğu’ya gitti” diye günlerce üzerinde kafa yormuştum. Oysa sadece Hz. Mevlana’ya ulaşması bile ona yeter de artardı. Manevî tatmin açısından İslam mükemmel ve insanlığı kurtuluşa erdirecek her şeye sahipti. Sonun da anladım ki, sıkıntı İslam’da değil, onu bugün temsil etme durumunda olan bizlerdeydi. Batıdaki “İslamofobi”nin sebebi de, İslam’ın gerçek insan tipine uymayan ve dünyaya iyi örnekler sunamayan, aksine olumsuz örneklerle ön planda olan bugünün müslümanlarındaydı.
Özellikle son zamanlarda, ülkemizde bazı alanlarda rüşvetin hâkim faktör olduğunu veya insanların asalak gibi birbirlerinin üzerinden haram yediklerini ve bunu mübah gördüklerini, pek çok kişinin kendine göre haklar ortaya koyduklarını, para veya mal için en yakın dostların birbirlerinin ayaklarını kaydırma gayreti içinde olduklarını duydukça herkes gibi ben de ümitsizliğe kapılıyorum. Üzülüyor ve bunun gençlerimiz için de ne kötü örnekler olduğunu düşünüyorum. Ama sadece öyle değil. Bugünde güzel örnekler var, ama kendilerini gizlemektedirler maalesef.
Daha önceleri yazdığım “Kahramanlık Ahlakı” isimli bir yazımda, Müslümanlığı kabul eden ilk Türk boyu olan Ural Türklerine ve Malezya, Endonezya gibi Uzak Doğu ülkelerine İslam’ı taşıyanların Müslüman tüccarlar olduğunu yazmıştım. Bu tüccarlar örnek kişilikleri ile o insanları etkilemişler ve hidayetlerine vesile olmuşlardı. Bugüne kadar o bölgelerde yaşamış milyonlarca insanın da Müslüman olmalarının böylece sebebi olmuşlardı. Bu ne büyük şerefti onlar için. Bugünkü tüccarlarımız ne derece örnek olabiliyorlar bilemiyorum, ama bildiğim bir şey var; bugünün yaşayan büyük kahramanlarının ortada görünmedikleri ve ön plana çıkmadıklarıdır.
Bizim toplumumuzda bugün dahi kendini ortaya çıkarmayan nice yüksek gönüllü insan inanıyorum ki bizimle aynı havayı teneffüs ediyor, ama biz onları genellikle tanımıyoruz. Bence asıl Allah dostları onlardır. Ne kadar gıpta etsek azdır.
Bu şekilde gerçek bir hikâyeyi geçenlerde bir Hocamdan dinlemiş ve adeta hayranlıktan titremiştim. İzmir’de yaşarken Yunanistan’a göçmek zorunda kalan bir Rum avukatın yazdığı “Benden Selam Söyleyin Anadolu’ya” isimli kitabındaki anlatımına göre; kendisi mükellefi olduğu bir Rum’un dükkânında otururken üzeri pejmürde bir Türk genci gelir ve esnafa, babasının ismini vererek onunla görüşmek istediğini söyler. Esnaf, babasının öldüğünü, ne maksatla görüşmek istediğini sorar. Genç, beline dolamış olduğu kuşağın içinden otuz kadar altın çıkararak esnafın şaşkın bakışları altında önüne koyar. “Bu babamın babanıza olan borcu. Babam vasiyet etmişti. Ancak şimdi tamamlayabildim, yeni getirebildim. Kusura bakmayın.” der. Rum esnaf “Benim böyle bir borç alacak ilişkisinden haberim yok.” diyerek eski defterleri araştırır. “Hayır” der “Babam böyle bir alacağı olduğunu bana bildirmedi, defterlerde de yok. O altınları alamam.” Avukatın da şaşkınlıkla seyrettiği olayda ne Türk genci vazgeçip altınları geri cebine koyar, ne de Rum esnaf onları alır. Tartışma uzayınca, sonunda Türk genci “Ben yapacağımı biliyorum.” der ve gider. Bir müddet sonra yanında iki jandarma ile geri gelir. Esnafı göstererek “Bu adamdan şikâyetçiyim.” der. Jandarmalar esnafı karakola davet ederler. Esnaf yanına avukatını da alarak hep birlikte karakola giderler. Karakolda komutan şikâyet sebebini sorduğunda Türk genci “Komutanım, babamın bunun babasına 30 altın borcu vardı, ben onu getirdim, ama o almıyor. Ben ahrette babamın yüzüne nasıl bakarım? Ondan şikâyetçiyim.” Komutan Rum esnafa durumu sorunca o da “Vallahi komutan, benim böyle bir borç ve alacaktan haberim yok, babam ölmeden önce böyle bir şey bildirmedi bana. Ben bu altınları asla alamam.” der. Bunun üzerine komutan çözüm yolu arar ve bulur. Sonunda altınları esnafın almasını ve hemen yanında “Fakir Çocuklar Hastanesi”ne yardım bağışıyla teslim etmesine karar verir ve herkes mutlu olarak oradan ayrılır.
Ne kadar ilginç ve çarpıcı bir hikâye değil mi? Bugünkü gençlere bu olayı kolayca anlatamazsınız. Sıkıntı işte tam da burada. Gençlerimize güzel örnekler olacak böyle kahraman insanların, gerek varlıklı insanlarımız, gerekse makam mevki sahipleri arasında hâlâ çok sayıda var olduğuna da inanıyor ve bir kısmını da biliyorum. Çünkü bu ülke ayaktaysa sebebi onlardır. Ama insanlar onların farkına böyle nadir olaylarla veya birilerinin anlatmasıyla varabilmektedir. Çünkü onlar, kendilerini öne çıkarmazlar ve sadece üzerlerine düşeni sessizce yaparlar. Zaten kapitalist sistem de böyle insanların ön plana çıktığı bir ortamın düşmanıdır. Üzücü olan şu ki; inançlarımız bu sahte sistemle uyuşmadığı halde, farkına varmadan bizler de bu sistemin kodlarını benimsemekteyiz. O durumda da kendi anlayışımıza hayatımızda yer kalmamaktadır. Dolayısıyla ya güzel insanlar güzel atlara binip gitmekteler, ya da sistem dışı kalmaktadırlar. Eğer bu toplum, bu güzel insanlarını örnek insanlar olarak ön plana çıkarmayı başarırsa, bırakın sadece kendi huzurunu, bütün dünyayı bile iç huzuruna kavuşturacak mesajlar verebilir. Böylece yeni nesiller de bu kahramanları kendilerine rol model olarak alırlar.
Çevremizde her şeye rağmen dürüst kalabilmiş, hak yemekten korkan bütün güzel insanlara selam olsun. Açıkçası hepsini tanımak isterdim, çünkü onlar içimizdeki cennetliklerdir. Allah onların yüzü suyu hürmetine bu ülkeyi korusun, hükmünü payidar kılsın.
justify justify no-repeat;left top;; auto