Cengiz Dağcı

Cengiz Dağcı

Türk dünyasının büyük romancısı Cengiz Dağcı Hakkın rahmetine kavuştu. O, hayatı büyük çilelerle geçmiş, vatanından ölene kadar ayrı düşmüş, vatan hasretini romanlarına aksettirmiş Kırımlı büyük bir yazardı. Türkiye’ye olan sevgisini bütün eserlerini Türkçe olarak yazmakla bizlere ispatlamıştı ama, beni en çok etkileyen ve duyduğumda tüylerimi diken diken eden bir yanını anlatmadan geçemeyeceğim: O Türkiye’den getirttiği çiçekleri evindeki saksılara dikmiş, her gün onları okşayarak “bizler akrabayız, nolur solupta beni yalnız bırakmayın” diyerek de halet-i ruhiyesini göstermiş, bizlere mesajlar vermiştir. Bu büyük edebiyatçımıza Allah’tan rahmetler niyaz ediyorum.

Dağcı’nın vatanı Kırım’dan bahsedince Kırım hatıramı anlatmadan geçmemeliyim. 1995 yılının kış aylarında rahmetli Mustafa Fidancı ile Ukrayna’nın Harkov şehrine gitmiştik. Komünizmin etkisinden kurtulalı birkaç yıl olmuştu. Hem daha önce Türkiye’de gördüğüm Mustafa Cemil Kırımoğlu’nu, hem de çok merak ettiğim Kırım’ı görmek arzusuyla bir hafta sonu program yapıp gitmeye karar verdik. Gece boyu kuşetli tren yolculuğu yaptık. Trende bir şişman Rus kadının uyurken horlamasından dolayı uyumamız mümkün olmadı. Bir istasyonda kasketli Anadolu köylüsünü andıran 65 yaşlarında bir adam bindi. Yatmadan çok saygılı bir şekilde oturuyordu.Ben sorunca Türk olduğunu söyledi. Kırımlıların Stalin döneminde ülkelerinden topyekün Özbekistan’a tren katarlarında hayvanlardan daha kötü şartlarda sürüldüklerini duymuşsunuzdur. Özbekistan’a varana kadar pek çoğu telef olmuş, ölenleri arkadaşları hareket halindeki katarlardan dışarı atmak zorunda kalmışlardı. Düşünebiliyor musunuz, ne insanlık dışı şartlarda gittiklerini. Komunizmin sona erişinden sonra bazı Tatarlar tekrar Kırım’a gelmeye başlamışlardı. İşte o amcada onlardandı. Sorunca anlattı, Özbekistan’da kalan damadının kaybolduğunu öğrenmiş, kızına yardıma ve damadını bulmaya gidiyordu. Hikayesi bizi çok etkilemişti. Onun da bizim de konuşacak takatimiz kalmamıştı Ayrılırken çıkardım biraz para verdim ve ayrıldık. Halâ tavrı gözlerimin önündedir.

Tren öyle berbattı ki, tuvalete girememenin sıkıntısı içinde Kırım’ın başkenti Akmescit (maalesef şimdi Simferepol) istasyonuna varınca öyle bir “oh” çektik ki kendimizi hemen istasyon tuvaletine attık. İçeri girdiğimizde Mustafa “Abi, çok şükür ilk defa alaturka bir tuvalet bulduk” diye seslendiğinde ben güldüm, “ Mustafa tuvaletler alaturka ama, baksana kapıları yok”. Tuvaletler komunistlerin haya duygusunu yok etmek için zannederim kapısız bırakılmış, bir çok insan da buna alışmış, hatta içerde otururken gazete bile okuyabiliyorlardı. Nasıl oradan uzaklaştığımızı bilmiyorum.

Yolda Türk’e benzettiğimiz birine “Türk müsün?” diye sorunca “hayır Tatarım” diye cevap verince kalbimin cız ettiğini unutamam. Nasıl da ayrıştırmışlardı. M.Cemil Beyi sorunca gözleri ışıldadı ve “o bizim başbeyimiz” manasına gelen bir şeyle birlikte şu an Bahçesaray’da bulabileceğimizi söyledi.

Bunun üzerine bir taksiciyle pazarlık yapıp (söylenenin üçte birini vermemizi söylemişlerdi) eski Kırım Hanlarının yazlık saraylarının bulunduğu Bahçesaray’a ulaştık. Tabii, hem uykusuzluktan, susuzluktan, hem tuvalet ihtiyacını giderememekten, hem de namazları kılamamaktan dolayı perişan haldeydik. Bir dükkana girdik, su istedik ama, dükkan sahibi “vada vada” gibi sözler söyleyince adam bize votka teklif ediyor düşüncesiyle oradan da uzaklaştık. Sonradan öğrendik ki vada Rusça su demekmiş. Yolda bize gülümseyerek bakan bir çocuğun Türk olduğunu öğrendiğimizde sevinçten adeta havalar uçtuk. Çocukta şaşırmıştı bizim tavrımızdan, çünkü sarılıyor kucağımıza almaya çalışıyorduk 12-13 yaşlarındaki çocuğu. Neticede bizi M. Cemil Beyin evine götürdü.

Evde Kayın pederi ve validesi varmış. Tabii hemen buyur ettiler. Her türlü ihtiyacımızı giderdik. Hatta bize mükellef bir Türk sofrası kuruldu. Yemekten o kadar keyif aldığımız nadirdir. Daha sonra yanlış geldiğimizi, M. Cemil Beyin o anda Akmescitte olduğunu söylediler. Aslında çok iyi olmuştu. Eğer biz O’nu orada bulsaydık, belki Bahçesaray’ı görmemiz mümkün olmayacaktı. Hansaray’ı görmek istedik, bizi gezdirdiler. Ama camiinin kapısı kilitliydi, sadece Cuma günleri açık olduğunu söylediler. Duydum ki şimdi her an açıkmış çok şükür.

Yeniden bir taksi çevirdik ve aynı fiyatla anlaştık. Akmescit’e ( Simferepol’e) gidiyorduk. Arkada oturuyorduk ve şoför rustu. Türkçe ve İngilizce bilmiyrodu. Tam şehrin girişinde “Simferepol” tabelasının yanında durdu ve tabelayı gösterdi “İşte geldik, inin” der gibi. En az şehre 2 km vardı. Ben orada inmek istemeyince de bir bıçak çıkarıp, bir takım şekillerle bıçaklama hareketi çeker gibi “hı, hı” gibi sesler çıkarmasın mı? Mustafa “ abi, başımıza iş almayalım, inelim” derken; adamın hareketi bana çok komik geldi ve başladım gülmeye. Adam şaşkınlık yaşarken, Mustafa’ya “ya biz iki kişiyiz hakkından geliriz” dedim. Polis gibi sözlerde edince adam tırstı ve bizi şehrin içine kadar getirip bıraktı.

Akmescitte Kırım Tatar Milli Meclisi Tatar Türklerini temsil ediyordu. Başkanı da M. Cemil Kırımoğluydu. Arayarak oraya ulaştığımızda 70-80 kadar genç bir çok eğitimden geçiyor, M. Cemil Bey de teker teker hepsiyle ilgileniyordu. Koşuşturmasında çok etkilenmiştik. Cemil Bey deyıllar önce sürülenler arasındaydı ve yıllarca Rus zindanlarında işkence görmüştü. Bizler, öğrencilik yıllarında “ Cemiloğlu’na hürriyet” sloganlarıyla yürüyüşler yaparken O’nun boylu boslu, cüsseli biri olduğunu hayal ederdik. İlk gördüğümde sarsılmıştım. Çelimsiz, ufacık bir adam. Ama tanıdığımda anladım ki, o cüsseye mangal gibi yiğit bir yürek koymuş Rabbim. Hayranlık duydum. Onun zindanlardaki çilesini, komünizm yıllarında A. Soljenitsin duyurmuştu bütün dünyaya, “zindan da işkenceye maruz kalıyor, kurtarın!” diyerek.

Cemil Beyi beklerken bunları düşünüyor ve bir taraftan da nasıl yardım ederizi konuşuyorduk. Önce bir miktar para vermeye karar verdik, ama zaman geçtikçe paranın değerini yükselttik. M. Cemil Bey geldiğinde yaptıklarını anlattı bize. Zaten anlaşılıyordu. Herkes O’nun eline ve diline bakıyordu orada. İnsanlar bir aylık maaşlarıyla ancak bir aylık ekmek parası kazanabiliyorlardı. Kırımlıların çoğu perişan, evsiz barksızdı. Cemil Beye parayı verdiğimizdeki sevinci bizi de bir şeylerin yapabilmenin mutluluğuna eriştirmişti. Ben daha sonra bir kalpak almak istedim. Bizim hediyemiz olsun, “adresine gönderirim” dedi. Gerçekten 1 ay kadar sonra güzel bir kalpak sahibi oldum, halâ saklarım.Akşama doğru trene binmek üzere bizi yolcu ettiler, büyük bir dava adamı ve mücahitle tanışmış olmanın saadetiyle Akmescit’ten ayrıldık.

Kaybettiğimiz büyük bir edebiyatçı sayesinde O’nun hasretiyle dünya çapında düzineyle kitap yazdığı aziz vatanı Kırım’la ilgili bu hatıramı anmış olduk. Allah’tan, M. Cemil Kırımoğlu ve O’nun gibi dava adamlarına muvaffakiyet, Cengiz Dağcı’ya da rahmetler niyaz ediyorum.

justify justify no-repeat;left top;; auto