Memleket Gazetesi
Bir rivayete göre; yaklaşık 800 yıl önce bir Müslüman tüccar ailesini kaybeder. Çok büyük bir üzüntü içindeyken, kendisini ziyarete gelen ve sürekli mal sattığı uzak doğulu bir tüccardan davet alır. Davet, O’nun gelip Malezya’ya yerleşmesi yönündedir. Kendisini şehrine bağlayacak bir sebep kalmadığını düşünen Müslüman tüccar “hicrette fayda vardır” diyerek kalkıp gider ve o İslam’dan habersiz ülkeye yerleşir. Bir dükkân açar ve İslam ülkelerinden getirttiği malları satmaya koyulur. Yanına da o yöreden temiz bir genci işe alır yardımcı olarak.
Bir gün dükkândan bir sebeple kısa süreliğine ayrılmak zorunda kalıpta geri döndüğünde kasada beklentisinin üzerinde para olduğunu görür. Ne olduğunu sorduğunda, genç adam, sattığı kumaşlardan aldığı para olduğunu söyler. Kumaşları değerinin üzerinde fiyatla satmış, ama alan da memnun ayrılmıştır. Bizim tüccar bu hale çok kızar ve gence derhal bu müşteriyi bulmasını ve fazla parayı kendisine geri vermesini söyler. Müşteri bulunur ve fazlalık kendisine iade edilir. Bu duruma çok şaşıran müşteri, adama gelerek bunu takdir ettiğini, aynı zamanda sevindiğini söyleyerek teşekkür eder. Bu durum, bölgede dilden dile kısa sürede yayılır ve en sonunda da kralın kulağına gelir.
Oralarda hiç görülmemiş ve duyulmamış bu hareketin sahibini merak eden kral Müslüman tüccarı sarayına çağırtır. Huzuruna gelen adama sorar: “ Yaptıkların burada alışılmış bir şey değil. Neden kazandığın bir parayı geri verdin?” Bu soruya bizimki “dinim bana bunu emrediyor, biz hak etmediğimiz bir parayı alırsak kul hakkı yemiş oluruz, bu da dinimce yasaklanmıştır” deyince, kral meraklanır ve İslam’ı öğrenmek ister, tüccar da zaman içinde dost olduğu krala İslam dinini anlatır. Bir süre sonra, önce kral ve çevresi, zaman içerisinde de bütün ülke halkı Müslüman olur. Bugün, Endonezya ve Malezya’nın Müslüman ülkeler olmasını böyle tüccarlara borçlu olduğumuzu söyler tarihçiler. Bu ne derece doğrudur bilmiyorum ama mutlaka gerçeklik payı vardır.
Yine öğrendiğimize göre, ilk Müslüman Türk devleti olduğu söylenen İdil-Ural Hanlığı’nın da İslam’ı Müslüman tüccarlardan öğrendikleri ve etkilendikleri tarihçiler tarafından söylenmektedir. İşte, bütün bu tüccarlar İslam’ı en iyi şekilde yaşayan yüksek ahlak timsali insanlardır ve bu yüzden hepsi birer kahramandırlar. Biz, okullardaki yanlış eğitimden olsa gerek, kahramanlığı sadece savaşta ve elde silahla olur sanırdık. Oysa bu tarihi hikâyeler de gösteriyor ki, işini layıkıyla ve dürüst olarak yapan herkes toplumların kahramanı olabilir. Burada makam, mevki, zenginlik ve fakirlik gibi kıstaslar yoktur. Bazen hiçbir maddi gücü olmayan biri yaptığı işin kalitesi ve insanlara karşı fedakârane hizmetiyle kahraman olabilir. Bazen de, zengin biri hiç kimsenin yapamadığı tarzda malını mülkünü ve parasını feda ederek insanların kalbinde yer bulabilir. Onlar, her kişi değil, “ER KİŞİ” lerdir. Bugün öyle muhtacız ki bu tür kişilere.
Bugünkü kapitalistleşmiş hayat tarzı genellikle, egonun alabildiğince tatmini üzerine kurulmaktadır. Bu durumda şahsi çıkar her türlü çabanın getirisi olarak hedeflenmektedir. Daha fazla mülk, daha fazla para, dolayısıyla daha büyük güç... Oysa hayvanlar da kendilerine çalışırlar. İnsafsızlık etmeyelim, insanın da hayvanlar gibi kendini düşünmesi gayet tabiidir ve fıtrata uygundur. Ama bunun bir sınırı olması gerekmez mi? İnsanın insani değerlerde yücelişi, tamamen başkalarına hizmetle mümkündür ve onlarla arasındaki ilişkinin mükemmelliğine bağlıdır. Tarihten ve yaşanan hayattan edindiğimiz tecrübeye göre; insanlar, yüksek ahlakları ve başkalarına karşı fedakârlıkları oranında kahramanlaşırlar.
Kahraman, hiçbir hesap yapmadan kaderin kendisine verdiği rolü en güzel şekilde oynayandır. O halinden asla şikâyetçi olmaz ve attığı adımın hesabını yapmaz; fakat inandığı yolda hiçbir zorluktan yılmadan mücadelesine devam eder, sosyal sorumluluğu gereği üzerine düşeni layıkıyla yapar. Kendileri de aciz durumda olan diğer insanlardan medet ummaz. Çünkü böyle insanlar inanırlar ve derler ki: “Allah, bizim hakkımızda ne takdir etmiş, ne yazmışsa başımıza ancak o gelir. Mevlâmız, sahibimiz O’dur. Onun için müminler, yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Tevbe Suresi-51) Baki’de onlar için şöyle diyor:
Baş eğmezüz edaniye dünya-yı din için
Allah’adır tevekkülümüz itimadımız.
Peygamberler, Allah’ın görevlendirmesiyle tevhid mücadelesinde toplumları için kendilerini feda etmekten asla çekinmemiş en büyük kahramanlardır. Örnek insanlardır onlar. İnsanlık her birinin yaşantısından ve mücadelesinden önemli dersler almalıdır. Her biri farklı şekilde de olsa yılmadan yollarından bir an dahi sapmadan inandıkları yolda mücadele etmişlerdir. Hangi açıdan bakarsak bakalım, gelmiş geçmiş en büyük kahraman ise, yüce peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) dir. Kendisinden asırlar sonra yaşayan bizleri bile düşünerek dertlenmiş, gözyaşı dökmüş, bir eline ayı, bir eline güneşi vermek istemişlerse de yolundan dönmemiş bir büyük “yiğit ve delikanlı peygamber”dir O.
Bir hocam bana Asır Suresini işaret ederek “İnsan niçin hüsrandadır biliyor musun?” diye sorup ardından cevabını da kendi vermişti: “Muktedir olduğu halde yapmadığı şeylerden dolayı”. Allah bize sağlık, akıl, güç vs pek çok şey vermiş. Buna rağmen çevremizdeki olumsuzluklara karşı çok şey yapabilecek durum ve güçteyken yapmıyor, “bana ne!” diyorsak; o zaman hüsrandayız. İşte, kahraman insan burada Allah’ın kendisine lütfettiği ve kendisinin de muktedir olduğu görevi hakkıyla yapabilendir.
Bence, çağımızda bu manada en büyük sıkıntımız, ideolojilerin bizi yanıltması, sınırlaması ve idrakimizi daraltmasıdır. Batıdan gelen bütün felsefeler ve ideolojiler bize ahlaktan yoksun teorik bilgi dayatmıştır. Bu durumda hangi ideolojiyi benimsediğiniz önemlidir, yaşantınız değil. Bu yüzden, lafazanlıktan öteye gidemeyen bu insanlardan kahramanlar çıkmamıştır. Onlar inandıklarını ve fikirlerini hayatlarına aktaramamış, sahte insanlar olarak kalmışlardır. Hatta bazıları milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştur. Toplumları etkileyen üslûb-u kal (söz) değil, üslûb-u haldir (davranış). Her birinin yaşantıları bizlere örnek gösterilen sahabelerin hayatında en sevdiğim ve etkilendiğim davranış şudur: Sahabeler ayetler arka arkasına geldiğinde, 10 ayetten fazlasını ezberlemezlermiş ki, fazlasını hazmedemeyiz diye. Ezberlediklerini hayatlarına tatbik ettikten sonra ancak yenilerini öğrenme çabası içine girerlermiş. İşte, bu durum bizim içimizden o örnek asırlardaki kadar niçin kahraman çıkmadığının ve yüzeysel (sathi) kalışımızın bir göstergesidir.
Türk tarihine altın sayfalarla yazılmış bulunan Horasan Erenlerinin hayatlarını incelediğimizde de fazla konuşmadan, ama tamamen insan-ı kâmile yakışan tavır ve hizmetleriyle milyonlarca insanı etkilemiş, halen de bugünümüzü etkileyen kahramanlıklarla karşılaşırız. Onlar, gerektiğinde alplik yapmış, gerektiğinde eren olmuşlar, varlarını yoklarını insanlık için harcamaktan bir an dahi çekinmemişlerdir. Onların vaazları dudaklarından çıkmamış, hayatlarından yansımıştır.
Bugüne geldiğimizde ise, elinde makam, mevki ve para gibi ne büyük imkânlar olduğu halde, bunu değerlendiremeyen cüce insanlara baktıkça debdebeli hayatın bizleri nasıl sarıp sarmaladığını ve hayatın gerçek manasından uzaklaştırdığını ibretle seyrediyoruz. Oysa inanmışlık gibi büyük bir lütuf verilen bizler, bunun şükrü olarak hem yaşantımızı büyük hedeflere, hem de çocuklarımızı kahramanlığa programlamalıyız.
Çocuklarımıza bizler nasıl bir rol verirsek onlardan ancak o role uygun bir karşılık alabileceğimizi bilmeliyiz. Onlara hangi alanda hizmet ederlerse etsinler işlerini en iyi yapmaları gerektiği öğretilmelidir. Yine onlara ister tüccar, ister ilim adamı, öğretmen, doktor, işçi vs olsunlar, örnek insan olmalarının başarı olduğu anlatılabilmelidir. Sıradan olmamanın, hoş sada bırakmanın, Allah’ın rızasını kazanmanın yolu sadece budur.
Bütün çalışmalara rağmen her işin sonu başarı olmayabilir. Büyük hedeflere yönelmekle birlikte, karınca misali sonuca ulaşmak şartı yoktur kahramanlara. Nice peygamber yıllarca verdikleri tevhid mücadelesinde büyük sonuçlar elde edememişlerdir. Osmanlı’nın ikinci hakanı Orhan Gazi, biraz sonra fetih gayesiyle üzerine yürüyeceği Bursa’ya bir tepeden bakarken komutanlarından biri sorar : “Sultanım zaferi elde edecek miyiz ne dersiniz?” deyince beni daima çok etkilemiş olan şu cevabı vermiştir: “Biz seferle mükellefiz, zaferle değil. Zafer sadece ve sadece Allah’tandır”. Bu söz, bütün çalışmalarımızda aklımızdan çıkarmamamız gereken bir gerçeği ifade etmektedir.
Kaynak:www.habermemleket.com justify justify no-repeat;left top;; auto