Yaşayan Şehit

Yaşayan Şehit

Tunceli’de bir komünistin belediye başkanlığına seçilmesi üzerine oldukça düşündüm. Bu adam ilginç bir kişilikti. Basında yazıldığına göre; daha önce başkanı olduğu ilçede makam aracı kullanmayı reddetmiş, kendisi daima halkın arasında yaşamış, belediyeye ait araziyi ektirerek elde edilen mahsülün parasını halkına dağıtmış, maaşının önemli bir kısmını öğrencilere burs olarak vermiş, belediye otobüslerini herkese ücretsiz yapmıştı. İstanbul’da birilerinin ufacık payelerle elde ettikleri çakarlı araçların trafiği alt üst edercesine caka sattıkları ve herkesi rahatsız ettiği bir ortamda, bu adamın zihniyetini bilmesem “Acaba Müslüman bir Belediye Başkanı ile mi karşı karşıyayız?” diye sormadan edemeyeceğim. İnançlı insanların oy verdiğini düşündüğümüz başkanların olduğu şehirlerde, İslam’la, hatta millîlikle alakası olmayan ve kapitalizmin birer istasyonu kabul edilen AVM’lerin, fıtrata uygun olmayan yüksek binaların çoğaldığını görmek bizi kahrediyor. Bu yanlışlıklar sadece binalarla sınırlı kalsa iyi. Pek çok yetkilinin, savunduğu ulvî düşüncenin tam tersine kibir âbidesi olduğunu görmek de halkın uzaklaşmasına sebep oluyor. Sonra da “Niçin kaybediyoruz?” diye kendi kendimize soruyoruz. Hz. Ömer’i soran bir kişiye O büyük şahsiyeti bir ağacın altında dinlenirken gösterdiklerinde, “Bana yalan mı söylüyorsunuz, böyle halktan biri gibi emir mi olur?” diyen adamın şaşkınlığını ben de tersinden yaşıyorum. Elbette cefakâr Reis’i ve pek çok fedakâr yöneticimizi tenzih ediyorum, ama kendini beğenmiş, halktan kopuk olan bazı seçilmişleri gördükçe bilgimi bir kere daha sorguluyorum.

Üstad Necip Fazıl, bir konuşmasında “Bugünün Müslümanı, bilir ki ‘ölüm bir yok oluş değildir, kulluğunun hakkını verirse cennete gidecektir’, fakat buna rağmen ölümden korkar. Bir komünist ise, ölünce yok olacağını düşünür, fakat davası için ölümüne mücadele eder.” demişti. Bu meyanda bir zamanlar saçlarından sürüklenen bir kızın, o halde bile zafer işareti yaparak “Tek yol devrim” diye bağırdığının resmi hâlâ hafızamdadır. Bir şeyler ters gidiyor ama ne? Biz mi davamızı kaybettik, yoksa dava mı bizi bıraktı? Nasıl sürüklendik ve dünyalık makam, para vs peşine düştük? Kendi davasına bir mümin, bir komünist kadar inanmıyorsa durum kötü, üzerinde çok düşünmeliyiz. Bu zafiyetimiz sonucu, Müslümanlara vaat edilen Allah’ın yardımından bütün İslam âlemi olarak uzak kaldık. İşte İslam dünyasının hali pür melâli, ortada.

Bu hâlimizin sebebini sorgularken aklıma geldi. Rahmetli Galip Erdem, dâvâ konusundaki hassasiyetini şöylece ortaya koymuştu: “Biz Ağrı Dağı’nın tepesine çıkmayı kendimize ülkü edinmiştik. Yıllarca, çileler ve işkencelerle o tepeye çıkmaya çalıştık. Büyük mücadeleler sonucu çıkmayı da başardık. Fakat baktık ki, bir şeyi aşağıda unutmuşuz: Dava’yı!” Oysa yüce Resul dememiş miydi: “Bir elime güneşi, diğerine ayı verseniz davamdan dönmem.” Oysa biz davayı ihmal ettik ve makamlara çıkınca aşağıda unuttuk. O durumda araçlar amaç olmuştur. Bizim pek çok makam sahibimiz ne kadar kendilerini iktidar sahibi görseler de, toplum tarafından takdir görmüyorlar ve hatta bir sonraki seçimde kaybediyorlarsa, halkın ve dolayısıyla Allah’ın desteğini kaybetmişlerdir. Aksi takdirde “İnanıyorsanız üstünsünüz” ayetini nasıl açıklayabiliriz?

Endonezya ve Malezya gibi ülkeler, hiçbir Müslüman asker gitmeden Müslüman olmuştu ve bunu Müslüman tüccarlardan etkilenmelerine borçluydular. Bosna ve Balkanlar öyle değil mi, askerden önce oralara giden Alperenler sayesinde hidayete ermişlerdi. Çünkü onlar Allah’ın emri doğrultusunda yaşamışlar ve gönüllerini insanlığa açmışlardı. Kendilerini nimette değil, külfette öne almışlardı. Osmanlı’nı ikinci padişahı kabul edilen Orhan Gazi’nin şu sözüne ne demeli: “Ülkeme fakirlik musallat olacaksa, önce benim evime gelsin.” Ne muhteşem bir söz bu? Bu baştan sona samimiyetin, ihlasın ifadesidir. Böyle birine de Allah, bütün cihanı yönetecek güç ve nesil verir elbette.

Birçok insanımız, gerek sınırlarımızda, gerekse davası uğrunda karlı dağlarda veya 15 Temmuz gibi ihanet kalkışmalarında yollarda şehit oldular. Bu ülke dik durdukça şehitlerimiz olmaya da devam edecek. Allah onlardan razı olsun ve şehitliklerini makbul etsin. Fakat ifade etmeliyim ki, Allah’ın hükmünü dünyaya hâkim kılmak demek olan ‘İla-yı kelimetullah davası’ uğrunda yaşamak, ölmekten daha zordur. Cenab-ı Allah, Tevbe Suresi 111. Ayetinde “Allah, iman edenlerin mallarını ve canlarını cenneti karşılığı satın almıştır.” buyuruyor. Aman Allah’ım ne müthiş bir yaklaşım. Malımız, canımız zaten O’nun değil mi? Mülkün sahibi sadece O. Ne demek istiyor o halde yüce Rabbim? Öğrendiğim kadarıyla biz “Buyur Allah’ım, malımı da, canımı da sana veriyorum.” desek bile, O “Hayır sizde kalsın, ama gözlerin benim razı olduğum şeylere baksın, kulağın razı olmadığım malayani sözleri duymasın, ayağın harama adım atmasın, dilin daima benim adıma konuşsun, ellerin harama ulaşmasın.” demek istiyor. “Malını benim razı olduğum yerlere harca, verdiğim makamı benim için tasarruf et! Halk senden razı olursa, ben de olurum.” diye buyuruyor. Hakkın rızası, halkın rızasındadır. Bunun dışına çıktığımızda ise Allah’ın yardımı üzerimizden kalkıyor, dolayısıyla halkında rızası ve sevgisi de kalmıyor.

Ne demiştik? Daima nefsinin arzuları ile inancı ve idealleri arasında bocalayan insanoğlunun, davası uğruna ölmesi, yani şehitliği oldukça kolay olabilir. Ama o yüce dava uğruna daima dik durabilmesi, doğru yaşayabilmesi zordur. Sürekli güçlü bir irade ile nefis mücadelesinde galip gelmesi gerekir. Bunu başarabilen insanlar aslında “yaşayan şehit”tirler, ölmeden önce ölmüşlerdir, eskilerin tabiriyle “fenâ fid devle ve mille” (kendilerini devlete ve millete adamış)tırlar. Onları “Vedûd” olan Allah sever ve halka da sevdirir. O insanlar hiçbir zaman kaybetmezler. Makam, mevki ve para onlar için sadece Allah’ın yoluna hizmet vasıtasıdır. Asla amaç olamaz. Bu tür insanlara dünyanın ekmek ve su kadar ihtiyacı var. Bütün insanlığın arzusu ve dileği, yöneticilerin birer yaşayan şehit gibi olabilmesidir. O zaman göreceğiz, halk arasında daima dava adamlarının kazanacağını. Belki de bu yüzden Platon demiş ki: “Ya krallar bilge olmalı, ya bilgeler kral.”

Kaynak:www.habermemleket.com justify justify no-repeat;left top;; auto