Ben Çok Menfaatçiyim

Ben Çok Menfaatçiyim

Bu sözü her söylediğimde, insanlar bana şaşkın şaşkın bakıyorlar. Anlamıyorum, çok mu yanlış bir söz söylüyorum, yoksa menfaatini düşünmeyen insanlar mı var toplumda? Çevreme bakıyorum, gördüğüm kadarıyla herkes bir şeyleri bir karşılık bekleyerek yapıyor. Bu karşılık ya makam, para, mal-mülk ya da ödül kazanmak veya takdir görmek şeklinde olabiliyor.

Yazarlar Birliği ödül töreninde, yazdığım “İnsanın Sırrı” kitabımdan dolayı verilen ödül sırasında bunu düşünmüş ve konuşmam da bu konuya değinmiştim. “İnsan için her yaptığı işte bir beklenti ve takdir edilme arzusu vardır. Ödül almak, insan nefsini oldukça okşuyor. Başka insanlar tarafından beğenilme bu açıdan müthiş bir duygu. Ama gelin ben size karşılık bekleme adına gerçek bir tavrı anlatayım da kendimizi ona göre kıyaslayalım.” dedim ve başladım Hakanî Mehmet Efendi’nin hikâyesini anlatmaya.

Hakanî Mehmet Efendi, Osmanlı Padişahı III. Mehmet’in yazıcısı idi. Sultan’ın bütün görüşmelerinde bir perdenin gerisinde oturur ve bütün konuşmaları kayıt altına alırmış, sonunda da sadrazam gelir, yazılanları alır ve devlet arşivine konulmak üzere götürürmüş. Yine bir gün sadrazam konuşma metinlerini almaya yanına gelir, fakat masanın üzerinde duran uzun bir “Hilye-i Şerif” (Resulullah Efendimizi tasvir eden şiir) dikkatini çeker. Sadrazam şiiri eline alıp göz gezdirdiği zaman çok etkilenerek Mehmet Efendi’ye : “Bunu sen mi yazdın?” diye sorar. Hakanî mahcubiyet ve tevazuundan cevap veremez. Sadrazam “Ben bunu okuyup sana tekrar getireyim.” deyip alıp götürür. Aradan günler, haftalar geçer, Hakanî pişman olmuştur, geri gelmeme ihtimalinden dolayı ve oldukça üzülür bu duruma. İçinden “Keşke bir yedeği olsaydı.” der.

Bir gün, Hünkârın kendisini huzura çağırdığını söylerler. Korku ve endişe içinde çıkar huzura ve başı öne eğik vaziyette huzurda bekler durur. Bakamaz yüce Hakan’ın gözlerine. Biraz sonra Sultan III. Mehmet, Hilye-i Şerif’i ezbere okumaya başlar, bu Hakanî’nin yazdığıdır. Bir iki kıtadan sonra Hünkâr okumayı bırakır, Sadrazam devam eder, daha sonra dönüşümlü olarak III. Mehmet’le birlikte Sadrazam tamamını okuyarak bitirirler. Hünkâr Hakanî’ye sorar: “Evladım, bunu sen mi yazdın?” Hakanî tevazu ve memnuniyet içinde cevap veremez, edep icabı susmayı tercih eder. Bunun üzerine Padişah: “Dile benden ne dilersen.” der. Hakanî “Özür dilerim Hünkârım.” diye cevap verir. Hünkâr’ın “Evladım, hazinemi sana açıyorum ne istersen alabilirsin.” sözü üzerine ise önce cevap vermeyen Hakanî III. Mehmet’in sözlerini tekrarlaması üzerine “Ben onu ucuza satmam.” der. Bu söz üzerine koca Sultan celallenir ve “Ben ucuza mı sat diyorum be adam. Karşılığında ne istersen vereceğim diyorum sana.” Hakanî bir müddet suskunluktan sonra “ Özür dilerim efendim, ben onun karşılığını yazdığım makamdan bekliyorum.” Bu muhteşem cevap üzerine verilecek söz yoktur artık.

Evet, hepimiz Allah rızası için işlerimizi yaptığımızı defalarca söyleriz ama yine de aciz insanlardan bekleriz karşılığını. Oysa Hakanî Mehmet Efendi gibi davranabilmek ne kadar da muhteşemdir. Bugünde toplumda geri planda durup da yaptığı güzel işlerin karşılığını “Sonsuzluğun Sahibi”nden bekleyen nice güzel insan olduğunu biliyor ve onlara gıpta ediyoruz.

Bu muhteşem olayı düşünürken, benim görüşümü paylaşan bir başka kişiye ise tarihin sayfalarından ulaştım. 1540’lı yıllarda İstanbul’da yaşamış olan Nureddin Hamza Efendi, bir âlim zattır. Bu zat parasını çok tasarruflu kullandığı için halk arasında “paracı hoca” olarak anılırmış. (ben o kadar tasarruflu-tutumlu olduğumu söyleyemem) Geniş arazilere sahip zengin bir kişi imiş, fakat ata binmez, eski elbise ve ayakkabısı ile yetinir, yenilerini almazmış. Bir süre sonra, Hocanın arazisinden binalar yükselmeye başlamış. Hocayı tanıyan insanlar büyük bir merakla takip etmişler. Meğer Hoca biriktirdiği para ile Karagümrük’te önce “Üçbaş Medresesi”ni yaptırmış, daha sonra da “Üçbaş Mescidi”ni. Hatta bunların yanına da âlimlerin ve fakir talebelerin kalması için de bir yurt yaptırarak hepsini vakfetmiş. Bunu duyan tanıdıklar şaşırmışlar ve ona “Hocam, siz parayı bu kadar çok sevdiğiniz halde nasıl kıydınız da bunlar için harcadınız?” diye takılmışlar. Hocaefendi de şu manidar ve nükteli cevabı vermiş: “Kıymetli dostlarım, sizler haklısınız. Ben parayı çok severim. Onun için de paramın dünyada kalmasına gönlüm razı olmadı. Onu kendimden evvel ahirete gönderdim.” (Taşköprülüzade)

Gençlere verdiğim birçok konferansımda, konferanslar da dâhil yaptığım her şeyi karşılık bekleyerek yaptığımı, hiçbir yere menfaatimi hesap etmeden gitmediğimi anlatınca şaşırarak bakıyorlar. Burada itiraf ediyorum, benden istenilen her şeyi karşılığını bekleyerek yapıyorum. Yani ben çok menfaatçiyim dostlar ve buradan herkese de menfaatlerini düşünmeleri gerektiğini söylüyorum. Bu arada, bir işin neden karşılıksız yapılması gerektiğini de anlamadığımı söylemek istiyorum. Yukarıda anlattım, herkes her işini karşılık bekleyerek yapar, yapmalıdır da. Ama kapitalist anlayış, bu karşılıkları maddi planda gördüğü ve dolayısıyla menfaat denildiğinde sadece makam, para, mal-mülk olarak anlaşıldığı için bu bakış açısı bizi yanıltıyor. Ben menfaatçiyim dediğimde niçin karşılığı ille para anlaşılsın ki. Aslında derler ki, “dünyada en fakir insan, paradan başka bir şeyi olmayandır”. Ben de katılıyorum. Sorayım şimdi: “Ben menfaatimi düşünerek ebedî âleme yatırım yapamaz mıyım? Her işimin karşılığında dua ve Allah rızası bekleyemez miyim?” Gerçek menfaat de bu değil mi? Allah Kuran’da buyuruyor: “Sizin elinizde olan her şey tükenecek, ancak Allah katında olan baki kalacaktır.” (Nahl Suresi 96. ayet)

Değerli dostlar, bence herkes menfaatini düşünsün. Herkes sonsuzluk âlemine yatırım için çaba göstersin. Bakın o zaman, dünyada da, ahirette de en büyük karşılığı nasıl alıyoruz. O zaman rahatlıkla ve Yunus’ca şöyle söyleyebiliriz:

Ölümden ne korkarsın,

Korkma ebedî varsın

.

 

justify justify no-repeat;left top;; auto