Mücadele Ruhu ve Sistemli Çalışmak

Mücadele Ruhu ve Sistemli Çalışmak

Eskiden Kayseri’de zengin olsun, fakir olsun bütün çocuklar küçükken bir yerlerde çalışır veya bir şeyler satarlardı. Böylece hem para kazanmanın zorluğunu fark ederler, hem sosyalleşirler, hem de girişimciliği henüz 6-7 yaşlarında iken öğrenirlerdi. Bu durumun çocuklara öyle büyük faydaları olurdu ki, her şeyden önce çalışan çocuk israf edemez ve tasarruf etmenin önemini kavrardı. Ben de 6-14 yaşlarım arasında su, marul, elma, çilek fidesi vs sattığımı ve bundan büyük keyif aldığımı hatırlıyorum. Son zamanlarda özellikle varlıklı ailelerde bu âdetin büyük ölçüde yok olduğunu görerek üzülüyorum. Oysa o kadar önemli ki…

İngiltere’ye yüksek lisans için giden Ahmet isimli bir genç arkadaştan dinlediğim bir olayı anlatmak isterim: Bu genç Londra’da okurken, aynı zamanda geçimini sağlamak için bir lokantada garsonluk yapar. Aynı lokantada yaklaşık 15 yaşlarında Tony isminde oldukça sempatik bir İngiliz çocuk ise bulaşıkçılık yapmaktadır. Oturup dinlendikleri zaman sohbet eder ve birbirlerini tanımaya çalışırlar. Böylece aralarında bir dostluk oluşur. Tomy söylediğine göre okul dışı vakitlerde çalışmaktadır. Ahmet, Tomy’ye “Niçin çalışıyorsun?” deyince Tomy “Çalışmak zorundayım, geçimimi sağlamam gerek.” Ahmet, böyle şirin bir çocuğun bu durumda olmasına çok üzülür, ama kendisine bir şey söyleyemez. Bir gün Ahmet, bir gazeteyi okurken Londra’nın vergi rekortmenlerinden birisinin resmi gözüne çarpar ve onu Tomy’ye benzetir. Hemen yanına çağırır: “Tomy, şu adam sana ne kadar da benziyor değil mi?” Tomy gülümseyerek “Tabii benzeyecek. Çünkü o benim babam!” Ahmet şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi olur, fakat hiçbir şey diyemez. Belki babası onları terk etmiştir diyerek çocuğun üzülmemesi için bir şey de soramaz. Bir gün Tomy, Ahmet’e “Yarın akşam benim doğum günü partim var. Sizi de davet ediyorum. Gelirseniz çok mutlu olurum.” der. Bunun üzerine Ahmet de memnuniyetle davete icabet edeceğini söyler.

Ertesi gün akşam bir taksiye atlar ve şoföre kendisini verilen adrese götürmesini söyler. Adrese vardığında karşısında adeta bir mâlikane vardır. Yanlış olup olmadığını şoföre sorarsa da adres doğrudur. Kapıyı Tomy gülerek açar, içeri girerken güleryüzlü bir adama Ahmet’i tanıtır : “Baba, bak bu iş arkadaşım Ahmet”. Ahmet müthiş bir şaşkınlık içinde sinirli bir bakış atar adama. Oldukça beyefendi bir tavırla elini uzatan adama karşı oldukça soğuk davranır. Sonra da içeride bir koltuğa oturur. Bir süre sonra adam Ahmet’in yanına geldiğinde dahi o oldukça soğuk ve sert tavrını devam ettirir. Adam, Ahmet’in hatırını sorduğunda aynı tavırla cevap verir. Belli ki adam onunla konuşmak arzusundadır. Ahmet’e: “Oğlum Tomy sizi çok seviyor. Onun için iyi bir arkadaşmışsınız. O yüzden sizi tebrik ederim.” deyince Ahmet patlar: “Ben ise size teessüf ederim beyefendi.” der. Adam şaşkınlıkla “Neden?” diye sorduğunda ise “Bu kadar varlıklısınız madem, niçin ufacık bir çocuğu bir lokantada, üstelik bir bulaşıkçı olarak çalıştırıyorsunuz. Bir de ondan ev kirası da alıyormuşsunuz.” Bu sözler üzerine adamın yüzündeki gülümseme artar ve “Bunda şaşılacak ne var ki. Tomy benim çok sevdiğim oğlum. O benim aynı zamanda veliahtım. Onun çalışmayı, para kazanmayı öğrenmesi, tasarruf etmeyi, israftan kaçınmayı hayatının prensibi yapabilmesi gerekiyor. Bu da ancak böyle kazanılır. Bu yüzden onun bu çalışmasına çok önem veriyorum.” der. Bu sözler üzerine Ahmet oldukça mahçup olduğunu ifade etmişti.

Kayseri’de aklı başında iş adamları da bu şekilde düşünürler ve çocuklarının böyle bir mücadele ruhuna ulaşabilmelerini, onların eğitiminde önemli görürler. Ben de bu denemelerden geçtiğimi hatırlıyorum. Çocuklar, bu tip zorlanmalar karşısında çok daha güçlenmektedirler ve hayata artı olarak başlamaktadırlar. Yine akıllı iş adamları kendi çocuklarını başkalarının yanında çalıştırarak iş hayatına başlatırlar, hatta o iş yerinin sahibine “benim oğlanı biraz ez!” bile diyenler vardır. Daha sonra, kendi iş yerinde ise en alttan başlatarak, her noktayı hakkıyla öğrenmelerini sağlarlar. Bunu yapmayan, evladını patron çocuğu gibi payelerle poh pohlayan iş adamlarının sonu ise, o çocukların işin başına gelmesiyle olacak olan perişanlıktır. Böyle çocuklar ancak ”mirasyedi” olurlar. Bu durumun pek çok örneği de vardır.

Şu an bu tüketim kültürü içinde bırakın israftan uzak, tasarruf yapan çocuğu; maalesef böyle “har vurup, harman savuran” müsrif çocuklar yetişmektedir. Onların elleri sıcak sudan soğuk suya değmemekte, el bebek gül bebek büyümektedirler. Pek çok şirketin ikinci veya üçüncü nesiller elinde heba olmasının en büyük sebebi budur. Tertip ve düzen içinde çalışma olmadan zekânın yeterli olmadığı aşikâr. Bunu bildiği için belki Nobel ödüllü gururumuz Aziz Sancar “Ben zekâya inanmıyorum, çok çalışmaya inanıyorum.” diyor. Burada zekâ’nın yalnız başına işe yaramayacağını söylemek istemektedir bence. Zekâ, hızlı kavrama ve algılama kabiliyetidir. Bu yüzden zeki insanların kavraması da çabuktur, işleri daha kolaydır. Fakat düzenli ve hakkıyla çalışmadan hiçbir zeki insan da başarılı olamamaktadır hayatta. Hatta “tavşanla kaplumbağa” hikâyesinde olduğu gibi kendine güvenen tavşanın yerine, istikrarlı şekilde yola revan olan kaplumbağa gibi sabır ve sebatla çalışanlar hedefe varabilmektedir. Bugün bilim insanları, düzenli ve sistemli çalışan bir yeteneğin on yıl (veya on bin saat) çalışmakla dünya çapında bir beceriye ulaşabileceğini söylemektedirler. Burada işin püf noktası bu şekilde sabırla, sebatla ve yılmadan gayret etmektir. Derler ki, mermeri delen damlaların sürekliliğidir.

Kuran-ı Kerim’de (Neml Suresi 10) “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” buyrulmaktadır. Dolayısıyla çalışmadan hiç bir şey kazanılamaz. Çalışmak önemli olmakla birlikte, mücadele ruhu ve azminin de önemi büyüktür. “Yılmadan çalışmak”, bu mücadele ruhuyla ortaya çıkar. Çocukken çalışan insanlar bu bakımdan daha mukavim ve güçlü olabilmektedirler. Mücadele azmi kazanamamış, konformist yetiştirilmiş insanlar ufacık zorluklarda bile pes edebilmekte, kolaylıkla çökebilmektedirler. Bu açıdan görülen o ki, varlıklı ailelerin çocukları maalesef dezavantaj sahibidirler, yani sıkıntılar karşısında dayanıksız yetişmektedirler. Zorluklarla mücadelede başarmış insanın mutluluğunu başka hiçbir şeyde bulamazsınız. Aklı başında bir insan, kaplumbağa hızıyla da olsa düzenli çalışır ve mesafe kazanır. Necip Fazıl, “hiçbir zafere çiçekli yoldan gidilmez.” diyor. Sıkıntılar çekilmeden büyük başarılar elde edilemez. Bunu bilenler “Fırtına görmemiş gemiye güven olmaz.” derler. Dolayısıyla nice fırtınalara maruz kalmış, yani sıkıntılara mukavim olarak yetişmiş gençler kolay kolay başarısız olmaz, zor şartlara dayanıklı bünyesiyle bütün zorlukların üstesinden gelmeyi başarırlar. İnsan şahsi girişimlerinde belki yüzlerce defa düşebilir, mağlup olabilir, bu gayet normaldir. Ancak başarı her defasında kalkabilmek ve bu düşmelerden ders alabilmektir. İpek böceğinin kozadan çıkış hikâyesi de böyle değil mi?

Hayat bizi bırakmadan asla vazgeçmemek gerekir. Hayatta bir hedef doğrultusunda çalışanlar için ne zorluklar ve engeller vardır. Başarılı olamayacağını söyleyenler yanında, çelme takmak isteyenler de daima olacaktır. Kararlı bir şekilde çalışanlar ipi göğüsleyeceklerdir. Bir kurbağanın hikâyesinden de bahsetmeliyim sırası gelmişken. Bir gün kurbağalar arasında bir yarış düzenlenmiştir. Burada hedef, gösterilen bir duvara tırmanmaktır, tepeye çıkan ödülü kazanacaktır. İşaret verilir ve kurbağalar başlar tırmanmaya. Fakat çevreden bunun imkânsız olduğuna ve başaramayacaklarına dair pek çok söz seyirciler tarafından bağırılarak dile getirilmektedir. Bunun üzerine kurbağalar dökülmeye başlarlar. Fakat sadece bir kurbağa ısrarla tırmanmayı sürdürür ve diğerleri aşağıya teker teker düşerken o tepeye tırmanmayı başarır ve ödülü hak eder. Ödül verilirken anlaşılır ki, bu kurbağa sağırmış.” Karar veren insan, buradaki kurbağa gibi çevredeki bütün olumsuz sözlere kulağını tıkamalıdır.

Zorluklardan yılmadan, büyük bir mücadele azmiyle çalışmasını sürdüren insan için yollar mutlaka açılacaktır. Zorluklar insanı olgunlaştıracaktır. Herkes bilir ki, zahmetsiz rahmet olmaz, külfete katlanmadan da nimete ulaşılmaz. Allah’ın yardımı daima bu zahmete katlananların, mücadele azmi ve dayanıklılığı gösterenin yanında olacaktır. Hakkıyla çalışan, işinin bütün püf noktalarını öğrenen biri için geriye tek bir şey kalıyor, o da “Allah’ın yardımı”. Mehmet Akif bu gerçeği şu beytinde ne güzel izah etmektedir:

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol,

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

justify justify no-repeat;left top;; auto