
Duygusal Körlük Yaşıyoruz
Bir tabiat harikasına, tarihi bir esere veya güzel bir mekâna gittiğimde başka insanların davranışları ilgimi çeker. Siz de belki fark etmişsinizdir, pek çok insan böyle bir alana gelir gelmez, henüz incelemeden derhal o muhteşem güzelliklerin önüne geçip fotoğraf çektiriyor, sonra da işi bitmiş gibi oradan ayrılıyor. Anlamadığım bir şey var burada, o güzelliklerin keyfini herhalde eve gidince çıkarıyorlar, sanki o eşsiz tarihi eser veya tabiat güzelliği sadece fotoğrafta yer alması içinmiş gibi. Böyle yapan bir arkadaş ‘face’e mükemmel işlemeli bir tarihi kapı önünde çekildiği bir fotoğrafını koymuş, altına gelen yorumlardan birisinde önünde durduğu kapının ne harika olduğu yazılınca bu güzelliğin farkına vardığını söylemişti. Pek çok kişi o güzelliklerin farkına daha sonra o fotoğrafları incelerken varmaktadır maalesef.
Bilinen bir hikâyedir: Padişahın biri, sarayına ziyarete gelen gençlik arkadaşına sarayını gezdirmek ister, bunun için yanına bir rehber katar, fakat eline de içi zeytinyağı dolu bir kaşık verir. “Her yeri gezebilirsin, ama bu zeytinyağını asla dökmemek şartıyla” diye de tembih eder. Adam sarayın içini dolaşmaya gider. Yaklaşık bir saat sonra aynı şekilde geri döner. “Ne yaptın dostum, sarayımdaki sanat eseri halıları, mükemmel çinileri ve tavan işlemelerini gördün mü?” Adam mahcup bir şekilde “maalesef” der. “Ben, zeytinyağının dökülmemesi için azami dikkat sarf ettim.” der. Padişah gülerek elinden kaşığı aldırır ve “Şimdi tekrar git ve bu söylediklerim güzellikleri doya doya seyret ve hisset.”
Bu hikâyedeki gibi elimizde zeytinyağı dolu bir kaşık var gibi yaşıyor ve hayatın keyfine varamıyoruz. Günlük koşuşturma içinde pek çok şeyi ihmal ederken zaman hızla gelip geçiyor, biz çoğunlukla çevremizde bize değer veren insanlarla bile hakkıyla vakit geçiremiyoruz. Bu durumda ne tarihi eserlerin muhteşemliği, ne tabiatın harikalığı, ne de sevdiklerimizin beklentileri önem arz ediyor. İstanbul’da yaşayan pek çok dostumuzun yanından her gün geçtiği denizi artık görmez olduğu gibi. Çocuklarımızın büyüdüğünü de genellikle onlar evden uzaklaştıktan sonra anlıyoruz. Kendimize koyduğumuz hedeflere adeta kilitleniyor ve gözümüz ondan başka hiçbir şey görmüyor, böylece hissetmeden yaşıyor ve hayatı da ıskalıyoruz. Genellikle maddi olan bu hedeflere ulaşmayı başarı olarak görüyoruz. Düşünmüyoruz, hedefe ulaşma garantimiz var mı diye. Oysa gerçek başarı, hayatın her anını hakkıyla ve hissederek yaşamaktır. Karınca gibi Kâbe’ye gidemesek bile yolunda ölebilmektir başarı.
Leonardo da Vinci bunun için şöyle diyor: “Biz duygusal körler gibiyiz. Çevreye bakıyor ama görmüyoruz, sesler işitiyor duymuyoruz, tadına varmadan yemek yiyoruz, dokunuyor hissetmiyoruz. Böylece bu körlük hayatı hissetmeden yaşamakla sonuçlanıyor.” Aynen öyle. Zaman elimizden uçup gidince “eyvah” diyoruz. Böylece bizden sevgi bekleyen eşimizi, çocuklarımızı, dostlarımızı ihmal edebiliyor, yüce Yaratan’ın bize sunduğu güzellikleri kaçırabiliyoruz.
Tolstoy’un kendinden yaklaşık 600 yıl önce yaşamış olan Şeyh Sadi Şirazi’den çaldığı mükemmel bir hikâye vardır. Aslı “Bostan ve Gülistan”dadır. Burada bir hükümdar 3 sorunun cevabını arar: “En önemli an ve en önemli olay nedir, en önemli kişi kimdir?” diye. Sonunda hükümdar bir bilge şahsa ulaşır. Uzun süre yanında kendini tanıtmadan kalır ve cevabı öğrenir: En önemli an yaşadığı andır, en önemli olay o anda vuku bulmakta olandır, en önemli kişi de o an karşısındaki insandır. O anı, o andaki olayı ve o an karşısında bulunan kişiyi önemsemektir en doğrusu. Benim kısa özetini verdiğim bu hikâye iletişimciler için muhteşem bir hikâyedir. Ama hayatın hakkını vermek isteyenler için de bir o kadar önemlidir. Çünkü mazi geçmiştir, orada yaşayamayız, ancak dersler alırız, gelecek ise gelecek midir bilemeyiz. Bizler, her anı dolu dolu yaşamak için yaşadığımız anın hakkını ve çevremize gereken değeri vermekle mükellefiz.
Bunları en çok da kendime söylüyorum. Bazen ben de sınırlı ömrümü hissetmeden elimden kaçırdığımı düşünüyorum. Kendime, Allah’ın bana lütfettiği güzelliklerin farkına varmamı ve şükürler etmemi telkin ediyorum. Ben, her insan gibi en güzel surette (ahsen-i takvim üzere) yaratıldığımı fark ediyorum. Vücudum bana hizmet için ben farkında olmasam da yıllardır mükemmel çalışıyor, çevremde güzel dostlarım var, ağaçlar, hayvanlar benim hizmetime verilmiş, arı bal yapıyor, ben yiyorum, inek süt veriyor ben içiyorum, ağaçlar meyve veriyor, ben zevkine varıyorum. Her şeyden öte bana bütün bunları lütfedene iman ediyorum. Sonsuzluğun Rabbine imandan güzeli var mı? Bütün acizliğime rağmen Allah ben aciz kulunu muhatap kabul etmiş, kitap ve peygamber göndermiş, “yeryüzü ve gökyüzündeki her şey senin hizmetindedir” buyurmuş. O halde hissediyorum ve bütün hücrelerimle şükrediyorum.
Bütün bu hissettiklerim sonunda sana yöneliyorum Rabbim. Yarattığın bütün güzellikleri görüyor, kâinatın sesini duyuyor, lütfettiğin nimetlerin tadına varıyor, onları kokluyor ve hissediyorum. Senin sevdiklerini seviyor, sevmediklerinden de uzak duruyorum. Bunlar ne büyük lütuf benim için. Sana söz veriyorum, bu geçici dünyada bütün bu duygularımla yaşamaya devam edeceğim. Ta ki, beni gerçek ve bitmeyen duyguların olduğu cennetine alana dek.
Kaynak: www.habermemleket.com justify justify no-repeat;left top;; auto